3 Eylül 2011 Cumartesi

Saf ve Düşünceli Romancı - Orhan Pamuk

Orhan Pamuk'un Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton Konferansları’nı bir araya getiren yeni kitabı 'Saf ve Düşünceli Romancı' 9 Eylül'de okurlarla buluşuyor.

Pamuk, yazı yazmanın ve romancılığın otuz beş yıllık meslek sırlarını, Harvard Üniversitesi'nde verdiği Norton derslerinde açıklıyor. Daha önce T. S. Eliot, Borges, Calvino ve Umberto Eco gibi yazarların da verdiği bu derslerde, Pamuk edebiyat ve sanat anlayışını bir bütün olarak sunuyor.

Bir romanı okurken kafamızda ne gibi işlemler yaparız? Roman kahramanlarıyla gerçek insanlar arasındaki ilişki nedir? Roman sanatı ile şiirin, resmin ve siyasetin ilişkisi nedir? Yazarın kendi sesi, imzası, özel dünyası nasıl oluşur? Romancı nerede kendisini, nerede başkalarını anlatır? Romanı gerçek yapan "gizli merkez" nedir ve nasıl kurulur? Pamuk bütün hayatı boyunca meşgul olduğu bu soruları Türk ve dünya edebiyatından örneklerle cevaplıyor.

Pamuk, 'Orhan Pamuk'un yeni kitabı Saf ve Düşünceli Romancı'yı okurken ve yazarken karşılaştığı harikaları, kendi kişisel deneyimleri ve hatıralarından aldığı güçle, herkesin anlayacağı bir konuşma dili ve rahatlığıyla hikâye ediyor.

Kitaptan bazı bölümleri bugün Taraf gazetesi yayımladı. İşte Orhan Pamuk'un kaleminden o bölümler:

Zaten Schiller'in "Saf ve Düşünceli Şiir Üzerine" başlıklı ünlü yazısı, bir noktadan sonra yalnız şiir üzerine ve genel anlamıyla sanat ve edebiyat üzerine olmaktan çıkıp, insan tipleri üzerine genel bir felsefi metne dönüşür. Metnin hem felsefi hem psikolojik bir niteliğe kavuştuğu bu noktada, arkasında yatan kişisel dürtüleri görmeyi severim: Schiller "İki türlü insan tipi vardır," derken, Alman edebiyatı tarihçilerine göre, "Goethe gibi saf olanlar ve benim gibi düşünceli olanlar!" da demek istemektedir. Schiller, Goethe'nin yalnız şair olarak değil, insan olarak da rahatlığına, doğallığına, bencilliğine, kendine güvenine, aristokrat ruhuna, büyük parlak düşünceleri zahmetsizce bulup söyleyivermesine, kendisi olabilmesine, basitliğine, alçakgönüllülüğüne ve dehasına ve bütün bunları tıpkı bir çocuk gibi hiç fark etmemesine imreniyordu. Oysa kendisi, Goethe'ye göre daha düşünceli, entelektüel, edebi faaliyetinde daha karmaşık ve dertli, kullandığı edebi yöntemlerin çok daha farkında ve bunlar konusunda sorularla, kararsızlıklarla ve güvensizliklerle doluydu. Ve bu ruh hallerinin daha "modern" olduğunu da hissediyordu.

Bundan otuz yıl önce "Saf ve Duygusal Şiir Üzerine"yi okurken, tıpkı Goethe'ye öfkelenen Schiller gibi, benden önceki kuşak Türk romancıların saflığından, çocuksuluğundan, romanlannı İtolayhkla yazıverip üslup ve teknik sorunlarla hiç dertlenmemelerinden şikâyet ederdim. Ama "saf" bulduğum (gitgide bu kelimeyiolumsuz anlamda kullanıyorum) yalnız onlar değil, 19. yüzyıl Balzac romanını doğal bir şey olarak görüp, onu hiç sorgulamadan kabul eden dünyanın bütün romancılarıydı. Şimdi, otuz beş yıllık romancılık serüveninden sonra, içimdeki saf romancı ile düşünceli romancı arasında bir denge bulduğuma kendimi inandırmaya çalışırken, bu konuyu, hangi şairin daha "saf" ve hangi romancının daha "düşünceli" olduğu tartışmasını hâlâ çekici buluyorum. Ben ilk roman yazmaya başladığım 1970'lerin ortasında, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gibi romancıları "düşünceli" oldukları için de severdim. Bu yazarları yalnız anlattıkları insan deneyimi ile değil, anlatım yolları ile de aşırı dertlendiklerini gördükçe memnun olurdum. Konu, modern Türkiye ya da İstanbul'da hayat olduğu kadar; bu hayatı en uygun nasıl dile getirebileceğimizdi. öte yandan köy romancılarınn, anlattıkları çarpıcı hikâyelerden aldıklan bir güçleri vardı. Köy romancıları kelimelerinin,üsluplarının gerçeği dile getirmeye yeterli olup olmadığını, kimin için hangi bakış açısıyla yazdıklarını hiç dert etmiyorlar, bu güven de onlara bir güç veriyordu. Ama saf ve iyimser romancıyla düşünceli romancıyı birbirinden ayıran şey, 1970'lerde Türkiye'de sürekli vurgulanan kır-şehir ayrımı da değildir. Hayatının çoğu Manisa'da geçmiş Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli'nde son derece "düşünceli" bir tutumla hikâyesini anlatırken, köy romanlannın ilk örneklerinden Yaban'ın yazan Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun İstanbul'da geçen bütün romanlan, "saf" bir yazarın dünyasını hissettirir bize.

Romanlann tasvir ettiği dünyadan söz ederken, manzara benzetmesini kullandım. Roman okurken de, tıpkı araba kullanırken yaptığı işlemlere dikkat etmeyen sürücüler gibi, bazılarımızın kafamızın yaptığı şeylere dikkat etmediğini söyledim. Saf romancı ve saf okur, araba manzarada ilerlerken, pencereden görülen memleketi tanıdığma, insanları anladığına içtenlikle inanan biri gibidir. Arabanın penceresinden gözüken manzaranın gücüne inandığı için de, manzara hakkında, insanlar hakkında konuşmaya ve düşünceli romancıyı kıskandıracak kuvvetli şeyler söylemeye başlayabilir. Düşünceli romancı ise, arabanın penceresinden gözüken manzaranın sınırlı olduğunu, zaten ön camın çamurlu olduğunu söyler çoğunlukla ve ya Beckett tarzı bir suskunluğa sürüklenir ya da benim gîbi ve başka pek çok günümüz edebi romancısı gibi, arabanın direksiyonunu, düğmaterini, çamurlu camını, viteslerini de manzaranın bir parçası olarak resmeder ki, gördüklerimizin, romanın görüş açısıyla sınırlı olduğunu hiç unutmayalım. Benzetmenin cazibesine kapılmadan önce, hepimizin roman okurken kafamızda yaptığı işlemlerin en önemlilerini dikkatle sıralayalım. Roman okumak bu işlemleri yapmaktır, ama ancak düşünceli romancılar bu işlemleri fark edip, onların ayrıntılı bir dökümünü yapabilirler. Bu işlemler, romanın da aslında ne olduğunu (bilip de unuttuğumuz bir şeyi) bize hatırlatacak.

İşte bir romanı okurken kafamızın yaptıkları: 

1. Genel manzarayı seyreder, hikâyeyi takip ederiz. İspanyol düşünür, filozof Ortega y Gasset, Don Quijote üzerine yazdığı kitapta macera romanlarım, şövalye romanlannı, ucuz romanlan (bu listeye dedektif romanlannı, pembe aşk romanlannı, casus romanlannı vs. ekleyebiliriz) bundan sonra ne olacak diye; modern romanı ise, (bugün bizim edebi roman dediğimiz şeyi kastediyordu) atmosferi için okuduğumuzu söyler. Ortega y Gasset'e göre atmosfer romanı, üpkı "manzara resmi gibi" içinde çok az hikâye olan daha değerli bir şeydir. Ama ister hikâyesi ve hareketi çok olsun, ister manzara resmi gibi hiç hikâyesi olmasın, bir romanı temel olarak hep aynı şekilde, hikâyeyi takip etme ahşkanlığıyla ve karşılaştığımız şeylerin hangi anlamı, hangi temel düşünceyi ima ettiğini çıkarmaya çalışarak okuruz. Tıpkı bir manzara resminde olduğu gibi, roman bize hiçbir olayı anlatmadan tek tek pek çok yaprağı tasvir etse bile (mesela Fransız yeni romanında, Alain Robbe-Grillet ya da Michel Butor'da olduğu gibi), anlatıcının bununla ne demek istediğini, bu yapraklarm nasıl bir hikâye oluşturacağım düşünmeye başlarız. Kafamız hep arkalarda bir yerde bir amaç, bir düşünce, bir niyet, gizli bir merkez arar.

2. Kelimeleri kafamızda resimlere çeviririz. Roman bir hikâye anlatır, ama bir roman yalnızca bir hikâye değildir. Hikâye pek çok eşyanın, sesin, konuşmanın, hayalin, hatıranın, bilginin, düşüncenin, olayın, sahnenin tasviri içinden yavaş yavaş karşımıza çıkar. Bir romandan zevk almak, bu şeyleri kelimelerden yola çıkarak kafamızda resimlere çevirmekten hoşlanmaktır. Kelimelerin anlattığı (anlatmak istediği) şeyi hayalimizde canlandınrken, hikâyeyi biz okurlar tamamlarız. Bunu yaparken, gene kitabın dediği ya da anlatıcının demek istediği, demeye niyet ettiği, dediğini tahmin ettiğimiz şeyi, yani kafamızda bir merkezi arayarak hayal gücümüzü harekete geçiririz.

» Aklımızın bir başka yanıyla, yazar anlattığı şeyleri ne kadar yaşamışür, ne kadar hayal etmiştir, merak ederiz. özellikle romanın bizde hayret, hayranlık ve şaşkınlık uyandıran yerlerinde, bu soruyu daha da çok soranz kendimize. Roman okumak, kendimizi romanın içinde en kaybettiğimiz zamanlarda bile, bu soruyu, "ne kadarı hayal, ne kadarı yaşanmış?" sorusunu sürekli sormaktır. Romanı saflıkla hakikat sanıp kendini kaybederek seyretmekle, onun ne kadar hayal olduğunu düşünceli bir şekilde merak etmek, mantıksal olarak birbiriyle çelişir. Ama roman sanatının bitip tükenmeyen gücü ve hayatiyeti, bu tür çelişkilerle yapılmasına, kendi özel mantığına dayanır. Roman okumak, dünyayı Descartesçı mantıktan başka bir mantıkla anlamak demektir. Bu, birbiriyle çelişen birden fazla düşünceye sürekli olarak ve huzursuzluk duymadan aynı anda inanabilmek demektir. Böylece içimizde yavaş yavaş üçüncü bir gerçeklik düzlemi, romanın karmaşık dünyasının düzlemi belirmeye başlar. Her şey birbiriyle hem çelişir hem de kabul edilip tasvir edilir.

3. Bir yandan da kafamızın bir başka kısmından şunu geçiririz: Gerçeklik böyle midir? Romanın anlattığı, gördüğü, tasvir ettiği şeyler, kendi hayatımızdan bildiğimiz gerçeğe uygun mudur? Mesela 187O'lerde, Moskova'dan St. Petersburg'a giden gece treninde roman okumaya elverîşli bir rahatlık, bir sessizlik var mıdır, yoksa Tolstoy "Ânna çok kitapsever bir kadındır," mı demek istiyor? diye sorarız kendimize. Roman sanatının kalbinde, günlük deneyimimizden edindiğimiz bilgilerin, bir biçim verilirse, gerçekliğe dair kıymetli bilgi haline gelebileceğine dair bir iyimserlik vardır.

4. Bu iyimserlikle kelime seçiminin, benzetmelerin doğruluğunu, hayal ve anlatım gücünü, cümlelerin yığılışını, düzyazının gizli ve açık şiirini, müziğini hem denetler hem de bunlardan zevk alınz. Üslup sorunlan ve zevkleri roman sanatının kalbinde değil, ama kalbine çok yakın bir yerdedir. (Ne yazık ki bu cazip konuya, ancak binlerce örnek üzerinden konuşarak girebilir insan)

5. Hem kahramanlarm seçimleri ve davranışları hakkında ahlaki yargı veririz hem de yazan, kahramanlan hakkındaki ahlaki yargüan yüzünden yargılanz.

okumak, başka mantıkla i a Romanda ahlaki yargı kaçınılmaz bir bataklıktır. Roman sanatının insanlan yargılarken değil, anlarken en büyük, en parlak sonuçlarını verdiğini hiç unutmayalım ve kafamızın bu yanına çok kapılmayahm. Roman okurken ahlâk, manzaranın bir parçası olmalıdır; kendi içimizden gelen ve roman kahramanlarına yönelen bir şey değil.

6. Bütün bu işlemleri kafamız aynı anda yaparken, bir yandan da ulaştığımız bilgi, derinlik ve anlayış için kendimizi tebrik ederiz. özellikle edebi değeri yüksek romanlarda, metin ile kurduğumuz yoğun ilişki, biz okurlara kendi özel başarımızımş gibi gelir. Romanın yalnızca bizim için yazıldığı duygusu, bu tatlı yanılsama, içimizde yavaş yavaş böyle yükselir. Yazarla aramızda gelişen bu mahremiyet ve sırdaşhk, kitabın tam anlayamadığımız, karşı çıktığımız ya da kabul edilmez tuhaf noktalarını fazla mesele etmeden geçiştirmemize yardım eder. Böylece her romanda, yazarla belirli bir ölçüde suç ortaklığı kurarız. Roman okurken kafamızın bir yanı bu suç ortaklığının bedelini düşüren ve mümkün kılan perdelemeler, görmezlikten gelmeler, eksîltmeler ve iyiye yormalarla meşguldür. Anlatıya inanmak için, yazann söylediği her şeye onun istediği kadar inanmayız. Çünkü yazarın bazı ısrarlan, inatları, takıntılan bize yanlış görünse de, kitaba inancımızı kaybetmeden okumaya devam etmek isteriz.

7. Hafızamız da bir yandan hiç durmadan yoğun bir şekilde çalışır. Yazann bize gösterdiği âlemde bir anlam ve okuma zevki bulabilmek için romanın gizli merkezini aramamız, bunun için de romanın her köşesini, bir ağacın bütün yapraklarını hatırlar gibi, hafızamızda tutmamız gerekir. Yazar, dikkatsiz okura yardım etmek için, dünyasını basitleştirip hafifletmemişse, her şeyi hatırlamak zor bir iştir. Bu zorluk, roman biçiminin sınırlarını da belirler. Okunurken bütün aynntılarıyla hatırlanabilecek uzunlukta olmalıdır romanlar. Çünkü büyük manzaranın içinde ilerlerken karşılaştığımız "her şey"in anlamı, ondan önce karşılaştığımız dîğer "her şey" ile ilgilidir. Romanlarda "her şey", "her şey" ile ilgilidir ve bütün bu ilişkiler ağı» kitabın hem atmosferini oluşturur hem de okurken bütün dikkatimizle aradığımız, aramamız gereken romanın gizli merkezini işaret eder.

8. Romanın gizlî merkezini ararız. Roman okurken kafamızın saflıkla (bilmeden) ya da düşünüp niyet ederek en çok yaptığı işlem işte budur. Romanlan diğer edebi anlatılardan ayıran şey, gizli bir merkezleri olmasıdır. Daha dikkatle söyleyeyim: Romanların onları okurken varlığına inandığımız ve aradığımız gizli bir merkezleri vardır.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Anna- Zeynep Alpaslan.- Altzine - Altokur Projesi

İnsan, yaşamının bir döneminde takılıp kalıverir bir noktaya... Büyür, diplomalar alır, yaşı ilerler, iş kurar, yuva kurar, meyve verir... Ama her şeye rağmen takılıp kaldığı noktadan çıkamaz. Oraya gömülmüştür...


Zamanın, yaşananların altında insanın kendisi kalmıştır ama o nokta başı dik şekilde ruhun gögüne yükselir... Hem de gögsünü gere gere. Göğsünü gererken konakladığı göğsü eze eze, onun yaşamını bitire bitire...


Anna, resim sergisine hazırlanıyor. Sıradışılığı çizdiği resimlerden başlayıp resimlerini yaptığı buruşuk paket kağıtlarına, oradan da sergi alanına uzanıyor. Serginin Roza Luxsembburg Platza'da hazırlanması öyküde bütünleyici bir yer.
Anna sergisini hazırlarken öte yanda bir adam da yaşamıyla hesaplaşıyor. Takıldığı noktayla... Sergiye gittiğinde kendisini orada bulacağını biliyor. Anna'nın kendisini tanıdığına inanıyor. Bir yanda da elinde lambayla resimlerden ziyade resimlerin asıldığı duvarları, ortamı inceleyip ortamla ilgili bir değerlendirmeyle çıkıp giden bir eleştirmenle karşılaşıyorsunuz. Bu üç kişinin hayatlarının, olaylarının nerede kesişeceğini merak ederek okumayı sürdürüyorsunuz.Anna'nın anlaşılamamış olmanın kaygısı ve üzüntüsü de sizi sarıyor... Diğer adam evde rüyalarıyla, yaşamıyla hesaplaşadursun ertesi gün, gazetelerde Anna'nın sergisiyle ilgili eleştirler... Peki eleştirmen işine hâkim miydi? Yazdıkları resimlerdeki mesajları doğru yorumluyor muydu? Öyle ya da değil ama Anna'nın sergisine dikkatleri çekmiş, insanların oraya akın akın gelmesini sağlamıştı. Bu tablo Anna'yı sevindirdi, tatmin etti mi?
Ya öteki adam... Serginin son gününde o da orda... Etrafı saran bir benzin kokusu... Yanan Anna'nın resimleri miydi, adamın, Anna'nın takıldığı hayat noktası mıydı?
Sanat eseri iki yabancıyı en derin acıları aracılığıyla buluştururken yaşamlarıyla hesaplaşmalarına vesile olup önlerine geçmişin izlerini yine de taşıyan yeni bir sayfa çevirmişti...
Eleştirmen mi, onu dostlar alışverişte görsün... İnsanın bilinçaltını irdeleyen, olayların derinliğini anlamak için görünenin altına da bakmak gerektiğini insanoğlunun acılarıyla yansıtan, popüler kültürün çoğunluk için sürükleyici, yapay rahatlatıcılığının da bir yandan ele alındığı; zevkle okunabilecek akıcı bir öykü... Ayrıca acılar sanatsal yaratıyı etkiler mi, sorusunun da cevabının arandığı öykü...
Elinize sağlık Zeynep Hanım....

Fantezi Yaşam Kursu- Aylin Sökmen


 
Merhaba Aylin Hanım...
Öykünüzü bir kez okuduktan sonra düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim. İkinci kez tekrar okumadan yazdım çünkü o zamana kadar yazma isteğim kayboluyor. Ayrıca ilk andaki düşüncelerimi, aldığım tadı önemsiyorum... İkinci okumaları profosyonel olanların dışında kaçımız yapıyoruz ki!
İlginç bir başlangıcı var öykünün. Öyküyü okumadan baştan sona şekilsel anlamda incelediğinizde öyküyle değil de günümüzün rutin seminer programlarından biriyle karşı karşıyaymışım gibi hissettim kendimi... Okuyunca da baştan sona keyif veren, gülümseten, dudak büktüren bir akış... Günümüz insanın yalnızlığını, yaşama ayak uyduramama , kendini çözümleyememe sorunlarını gidermek için düzenlenen kişisel gelişim programlarına ironik bir gönderme yapılmış...
Kendi söküğünü dikemeyen terziler gibi anlatıcılar da aynı sorunlar basamağında yürümüşler. Sorunlarını aşamayınca kendilerine yeni iş alanı yaratmış gibi görünüyorlar. Tam da çağımıza denk düşen modern, üretimden, gelişimden ziyade zaman tüketimine neden olan seminerler.. Yaşamınızı baştan sona değiştirebileceğiniz güç elinize verilecekmiş gibi reklamı yapılan ama yaşamınızın gerçekleriyle yüzleştiğinizde hayatınızda ufak tefek değişikliklere neden olan eğitimler... Ya da ucundan kıyısından kitaplarla size anlatılan bilgiler ama asıl bilgilerin güzel paralarla pazarlandığı; ulaşamadığınız seminerler...
Bunların tiye alındığı, en basit şeylerin sorun edilerek katılımcılarla genel çalışılıp bireysel yapılandırılmaya gidilmeyen eğitimler...
Seçilen konu, anlatılış üslubu, akıcı ve hoştu ve keyifle okudum.
Metin Açyürek açlığına doydu, başka diyarlarda yeni kurbanlar mı aramaya gitti- ki muhtemelen öyledir- Sev-in Solmaz ise sevgisizlikten soldu mu, diyorsunuz - o da muhtemelen öyledir- öykünün sonunda...
Kelin ilacı olsa başına sürer atasözüyle sayfayı kapatabiliyorsunuz...

Nevra İlhan - Yatak Odası -Altokur Projesi

                                    
Sevdiğimiz karşımızdaki mıdır, yoksa aklımızdaki mi?

Kalbimizdekinin, hayalimizdekinin karşımızdaki olmadığını anladığımızda ne yaparız.? Hayalimizle hakikat arasındaki mesafe bizi ya da aşkımızı yıkar mı?
Yıkmasa da bir yere son noktanın konmasına vesile olur mu?

Nevra İlhan'ın kısacık öyküsünden bir gencin görmek istediğiyle gördüğünün uyuşmamasından kaynaklanan ince bir acı huzmesi süzülüyor .Yıllar sonra buhranlı bir kahkahaya vesile olan bu huzme aslında serde gençlik olmasına bakılmaksızın yüzeyselliğimizin yansımasıdır da.

                                          

SON BAKIŞ - SEZENCAN

BELALIM

O SENSİN

29 Ağustos 2011 Pazartesi

HIM- GONE WİTH THE SIN LİVE

HIM- GONE WİHT THE SIN LIVE



I love your skin oh so
Senin beyaz tenini seviyorum

I love your touch cold as ice
Senin buz gibi soğuk dokunuşunu seviyorum

And I love every single tear you cry
Ve ben senin ağladığın göz yaşının her birini seviyorum

I just love the way you’re losing your life
Ben senin hayatını kaybediyor olduğun yolu seviyorum

Ohohohohoh my Baby, how beautiful you are
ohohohohoh bebeğim ,ne kadar güzelsin

Ohohohohoh my Darling, completely torn apart
ohohohohoh sevgilim, tamamen parçalara ayrıldı

You’re gone with the sin my Baby and beautiful you are
Bebeğim sen güzelliğinle ve günahınla gittin

You’re gone with the sin my Darling
Sevgilim sen günahınla gittin

I adore the dispair in your eyes
Ben senin gözlerindeki eşsizliğe bayılıyorum

I worship your lips once red as wine
Ben senin şarap gibi kırmızı dudaklarına tapıyorum

I crave for your scent sending shivers down my spine
Omurgamın aşağılarını titreten kokunu yollaman için can atıyorum

I just love the way you’re running out of life
Ben senin hayatın dışında koşuyor olduğun yolu seviyorum

Ohohohohoh my Baby, how beautiful you are
ohohohohoh bebeğim ne kadara güzelsin

Ohohohohoh my Darling, completely torn apart
ohohohohoh sevgilim, tamamen parçalara ayrıldı

You’re gone with the sin my Baby and beautiful you are
Bebeğim sen güzelliğinle ve günahınla gittin

You’re gone with the sin my Darling
Sevgilim sen günahınla gittin

27 Temmuz 2011 Çarşamba

MANDIRA FİLOZOFU MUSTAFA ALİ'DEN SEVGİYE DAİR ...

  Aşk,bir kişiyle diğerleri arasındaki farkın biraz fazla abartılmasıdır.
                                                                                            Bernard Shaw.
Kırkına kadar aşık olmayanın kalbi yoktur, kırkından sonra aşık olanın aklı yoktur.
Bir insanı yıllar boyu sevebilmek,  iki gün aşık olmaktan daha önemlidir.

26 Temmuz 2011 Salı

Kazım Koyuncu _- Hayde

http://youtu.be/mgyyROHv4tw

Kavrun ve Avusor




Kavrun


                                                                              Avusor

4 Temmuz 2011 Pazartesi

MUSTAFA HAKKINDA HER ŞEY

   Birbirimizden bir şeyler gizleriz.Sevdiklerimizi kaybetmemek için, toplumdan dışlanmamak için, saygınlığımızı korumak için.Böylelikle onaylanmışlığımızın devamını sağlarken yeni onayların da yolunu yaparız kendimize yalanlarımızla.Kurulu düzenimizi gögsümüzü gere gere sürdürürüz. Ya da başkasına zarar verme arzumuzla yaralı , marazlı egomuzu tatmin ederiz...Bazen gerçeklerin saklanması eylemi gerçekleştiren/ler dışında başkaları için de dışta bir huzur sebebi olduğu için tercih edilebilir.Ya da eylem ne kadar haksız görünse de gerçekleri anladığımızda  herkes ve her şey masum görünebilir mi?
Durumun etik yönünü siz değerlendirin.
Ben, kendimize söyleyemediklerimizi düşünüyorum.   .Evet, kendimize söyleyemedikerimizden bahsediyorum. Sesimizi duymamak için kulaklarımıza  bastırmaktan, kendimizi görmemek için aynalara ya da konuştuğumuz insanların yüzlerine bakmamaktan bahsetmiyorum.Kendi aşağılıklığımızı , aşağılanmışlığımızı, acizliğimizi; vahşiliğimizi görüp de yerle bir olmamak ; yaşayabilmek ve  kendimize sözde  saygımızı koruyabilmek  için  geliştirdiğimiz savunma mekanizmasından bahsediyorum: Yapılan eylemi yok saymaktan, zihinsel gömütlerimizden bahsediyorum.
O olay/ları beş , on, on beş, yirmi yıl mı orda tutuyoruz? Yoksa ömür boyu mu?
Birgün bir depremle titriyor, sallanıyor, sarsılıyor ve sarsıyoruz. Zihinsel gömütümüzden anlık kareler, zifire bulanmış toprak parçaları gibi hortlayarak günışığına fırlatıyor kendisini. Bazen küçücük, bazen  kocaman parçalar halinde.
 Mustafa'nın gömütünü Çağan Irmak birkaç  gün içerisinde fışkırtıyor. Karısının ihanetine ortak olan  Nejat'i  İşler'den, hayattan  intikam almaya; hayata karşı gücünü göstermeye çalışırken en güçsüz yönüyle, en büyük acı ve utancıyla, annesinin yalanlarıyla karşı karşıya kalıyor. .Kısacası  gömütündeki kokuşmuşluğuyla, içinde beslediği kobrayla yüzleşiyor.
  Sonra, bir anda filmin başından beri Mustafa'nın gerçekleştireceğini iddia ettiği eylemin tam tersi sonuçla karşılaşıyoruz. Mustafa, karısının sevgilisini affediyor.Bu aslında kendisini de affettiğini gösteriyor.
  Başından beri yaptığı işkencelerin  kökeninde kendisine de yöneltilmiş öfkenin rolü olduğunu düşünüyorum. Yoksul insanları aşağılaması ise çocuklukltaki kendisine , ağbisine ve mahallesine bakışının yansıması olsa gerek.
 Oğlunun başını okşarken babasının da kendisinin  saçlarını okşadığını hayal ettiğini düşünüyorum.Ve onca şiddeti zevkle gayet sıradan bir şeyi yaparmış gibi yapan, anlatan insanın içinde şefkati de barındırdığına tanık olmak kanıksanmış bir durum. Annenin içler acısı dramı ise filme gayet başarılı bir şekilde yedirilmiş.Anne de kaç yıllık acısını filmin sonund aseslendirdi.
  Senaryo,;   Fikret Kuşkan, Nejat İşler, Şerif Sezer'in harika oyunculukları; müziklerle, sahnelerle , yönetmen Çağan Irmak'ın imzasıyla seyirciyi sürükleyip götürüyor ardından.

BEN SANA MECBURUM

<iframe frameborder="0" width="480" height="400" src="http://www.dailymotion.com/embed/video/xce6fj%22%3E%3C/iframe%3E%3Cbr /><a href="http://www.dailymotion.com/video/xce6fj_ben-sana-mecburum-bilemezsin-atilla_music" target="_blank">Ben Sana Mecburum Bilemezsin  *  Atilla İlhan...</a> <i>  <a href="http://www.dailymotion.com/kurt_m" target="_blank">kurt_m</a></i>

27 Haziran 2011 Pazartesi

SEN HİÇ GİTMEDİN Kİ...

Sevgi görünenden , tarif edilenden çok farklı olabilir. Kökü altındaki  karmaşık duygularla beslenir. Çıkış noktasını anlayamazsın, çözemezsin...Ama seversin...Bundan dolayı  seni seviyorum , dersin .Sebepsiz ama seviyorum, dersin.A slında  zannettiğin nedenler zannettiklerindir. Gerçek nedenlerini  şanslıysan  yıllar sonra anlayabilirsin kendini çözdüğünde .

Sevilsen  de seversin, sevilmezsen de seversin...

Tüm korkularını, ihtiraslarını , hayallerini  gizleyerek seversin...

İçinden geçenlere bakmadan/bakamadan gülümsersin onun gidişlerine; yadlara  uzanışına ...Onun yüzünde sevgi ve tebessüm hayal edersin, bir ara kendine yüzünü döndüğünde gözlerin dolup boğazın düğümlenir. Kendine arkanı döndüğünde gülümsersin o mutlu; mutlu da olsun, diye...Tüm gel-gitlerden  sonra  kendine tekrar yüzünü çevirdiğinde  gülümsersin, için huzur ve mutluluğa doğru yol alır.

Ve bilirsin ki o  hep sendedir aslında.

Sevmek  sahiplenmek kadar ; gerektiğinde de vazgeçmektir.

BENİ UNUTMA

UZUN YAĞMURLARDAN SONRA

Sen yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler
Islanan yapraklar gibi yüzün ışır
Işırsa beni unutma


Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün
Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
Her şeye rağmen ellerin üşür
Üşürse beni unutma


Yeni dostlar yeni rüzgârlar gelir geçer
Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuttular
Kahredersin başın önüne düşer
Düşerse beni unutma


                      GÜLTEN AKIN
 

12 Haziran 2011 Pazar

KORKU

  Korkularımızın üzerine gidip asla geri adım atmamaktan bahsediyor bir arkadaşım.Ve konuyla alakalı da güzel bir vidyo eklemiş...Korkunun üzerine gidiyorsunuz, gidiyorsunuz, çarpışıyorsunuz ve korku size çarpıp geçtim derken darma duman oluyor...En büyük korkunuz toz zerreciklerine , buhara dönüşüyor..
    Bu gayet hoş, anlamlı..Psikyatride de böyle bir tedavi yöntemi vardır: Kişiyi korktuğu olayın içinde yaşatmak. Korktuğu olayın içinde yaşatmak,
 O ana götürmek, o olayı canlandırmak,hissettirmek  ve sorun yaşayan kişiden bu durumla  yüzleşmesini sağlamak, kendisini alt etmek isteyen varlığa, duruma olguya  karşı direnç  göstermesini istemek...Bu durumda yüzleşme ,  kişi yaşanacaklara  belli düzeyde hazırsa çok olumlu sonuçlar verir .

  Bu bilimsel olarak kanıtlanmış çok değerli yöntem...Lakin insanın korkuyu fiziksel ve ruhsal olarak yaşadığı öyle anlar vardır ki , ruhu darmadağın olur bedeni sanki ortadan ikiye bölünür. Bu anda zihninde  bu bölünmeyi ve dağılmayı toparlayabilmek için , kendini ayakta tutabilmek, yaşamını idame ettirebilmek , için korkusunu bastırma sorununu yok sayma yoluna başvurur bilinç altında...Bu o kadar güçlü bir bastırmadır ki yıllarca, yıllarca neyi bastırdığının farkına bile varamayabilir.O korku içten içe onu şekillendirir, yönlendirir, yönetir.Kişi anlam veremediği, onaylamadığı ya da kontrol edemediği bazı davranışalarda bulunabilir.  
   Ne zamanki artık yeter! diye isyan etmeye; bu saçmalıkların nedenini araştırmaya başalr işte o zaman uzun bir süreç sonra davranışalrının kökeninde yatanın o korku anı ve o korku olduğunu anlar. Bu beklemediği anda beklemdiği bir olayla karşılaşan kişinin anında duruma sırtını dönmesi, sonra tekrar hızla dıuruma göz atması gibi bir şeydir.
  Korku artık su yüzüne sızmaya başlamıştır.Kişi isterse bu andan itibaren  küçük adımlarla da olsa korkusunun üstüne üstüne gidebilir.Uzun vadede uzun yollar alabilir ve öyle bir an gelir ki tüm gücünü toplayarak korkuyu itip fırlatabilir ya da o korku tünelinden geçip gidebilir. İster ardına bakarak, ister bakmayarak...
   Önemli olan o korku tünelinden geçmek, kendisini paramparça eden korkusunu paramparça etmek  değil mi?

10 Haziran 2011 Cuma

KARLAR ALTINDAN UZANIRDI EFTELYA'NIN ELİ



            KARLAR ALTINDAN UZANIR EFTELYA’NIN ELİ
   Uzak bir tarih değil ama yılını anımsayamıyorum..Oldum olası televizyonla aram yoktur .Geç saatlerde verilen flaş haberi de izlemeden  dinlemeden yatmışım.
Sabahın tatlı uykusunu yorganımla birlikte üzerimden savururken soğuğu, açılan yorganımdan içeriye istemeye istemeye davet ettim.Hızla giyinip çizmelerimin altında gırç gırç  sesleri çıkaran karları  çocukluğumun coşkularıyla gözlerimle seve seve,; bir gülü koklar gibi buz gibi havayı  ciğerlerime çekerken  hızlı adımlarla otobüs durağına gidip hemen Koca Mustafa Paşa- Beyazıt otobüslerine bindim…Kocamustafa Paşa . Ermeni ailelerin,, ve kiliselerinin ve okullarının bulunduğu hakiki Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş caddelere daracık sokaklara, küçücük ve 2-3 katlı binalara sahiptir. ,Tek tük de olsa öğrenci evlerinin banyolarında rastlanan mermer   kurnalarıyla  İstanbul’un eski yerleşim yerlerinden biridir..Yeşilçam sinemaları kadar meşhur ve köklü olmasa da İstanbul’un  eski sinemalarından ve tiyatrolarından biri  de bu semtte nice kuşaklara nice seyirler sunmuştur..Bugün sinema salonunun yerinde yeller esmekle birlikte  Çevre Tiyatrosu (Orhan Kemal’in , Işıl Kasapoğlu’nun  yönettiği ‘Murtaza’sını da  ilk kez Semaver Kumpanya’nın başarılı oyuncularından Tansu Biçer’in  yorumuyla burada izlemiş; izlerken bir yandan gülmüş bir yandan derin düşüncelere dalmış, öfkelenmiş sonunda da ağlamıştım.) kaliteli soran sorgulayan , düşünen düşündüren, güldüren ağlatan nice oyunlara ev sahipliği yapmaktadır.
 Volkan Konak’ın ‘Vay, seni Cerrah Paşa  İçmem  suyundan içmem / İçmem suyundan içmem oy / Bi dahaki seneye yolcu da gelu  geçmem’ diye ezgilerle haykırmasının aksine ben sevgiyle hayranlıkla izleyerek  Cerrah Paşa’nın önünden geçtim.  Trafik olmamasına rağmen otobüs ağır ilerliyordu ama durumdan hiç de şikayetçi değildim.Evden zamanında çıkmıştım ve uzun yıllardan sonra İstanbul böyle kar görüyordu..Beyazıt Meydanı’nda indikten sonra Çemberlitaş’tan kıvrılarak ağır adımlarla Nuri Osmaniye Caddesindeki koca çınarların altından çoşkuyla geçiyordum..Keyfimi ne bozabilirdi ki?..Hafta sonuydu ve ben çok , sevdiğim işime gidiyordum..Özlediğim arkadaşlarımı, öğrencilerimi görecektim.Yerler de bembeyazdı…Karlara Hansel ile Gretel’in  yollara döktükleri ekmekten  imler gibi  adımlarımı kara  bıraka bıraka tarihi İstanbul Erkek  Lisesi’nin koca gövdeli,  kapısını tüm gücümle ittim. Kapı daima açık olurdu.Bu işte bir tuhaflık vardı. . . Aman yarabbim! Koca bahçe ışıl ışıl, bembeyaz bir örtüyle bezenmişti. Güneşin şavkıyla yer yer gözlerim kamaşıyordu. Bahçede hiçbir ayak izi yok. Okula giriş kapısı da kapalı. Tuhaflığı anlamaya çalışırken bir yandan da doğanın bu mucizesiyle vuslatımı pekiştirmek için bahçedeki ağaçların altında dolaşıyorum. Nasıl olsa daha derse vakit var. Başıma güneşten gevşeyen birkaç topak kar düşüyor. Bense tıpkı filmlerdeki gibi başımı göğe çevirerek kollarım açık kendi etrafımda dönerken gülümsüyor, etrafıma  bakıyor, dökülebilecek  karları yakalamak için ellerimi açıyorum.
    Yukardan umudum yok ama yerden avuçladığım karlarla ellerimi ısıtıyorum. Çocukluğumda köyde dizlerimize kadar yağmış karların içinde hemen her gün bata çıka yürüyerek okulumuza gitmeye çalışırken şimdi  kaç yıl aradan sonra İstanbul’a yağan kara mucizevi bir mutluluk olarak sarılıyor ,üşüyen bedenimi avuçladığım karlarla ısıtıyorum.

İstanbul Erkek Lisesi’nin eğitimdeki başarısını hepiniz bilirsiniz de neden amblemin renklerinin sarı ve siyah olduğunu bilir misiniz bilmiyorum? Anadolu’mun özgürlük mücadelesinin, nefsi müdafaasının dramatik öyküsü yatar bu renklerde.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) yıllarında, İstanbul Erkek Lisesi günümüzde Saint Benoit Fransız Lisesi olarak kullanılan Karaköy Kemeraltı Caddesi'ndeki binada eğitim vermiştir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul Erkek Lisesi’nin  bir bölümü hastaneye çevrilir. Hastaneye çevrilirken de okul sarıya boyanır.
 İstanbul Erkek Liseli elli  son sınıf öğrencisi gönüllü olarak savaşa katılmak ister  ve birliğe katılarak Çanakkale Savaşı'nda (1914 , saat: 3.30, Kaba Tepe) hayatlarını kaybederler.
Büyüklerinin ölüm haberini alan İstanbul Erkek Lisesi öğrencileri sarı olan okul binasının kapı ve pencerelerini siyaha boyar. Bugünden sonra hayatlarını kaybeden öğrenciler anısına okul renkleri sarı-siyah olarak kabul edilir.
Yani, sarı ve siyah harmanı; hayatın, gençliğin  ve ölümün harmanıdır  
Koca taş binanın bahçesinde yapayalnızdım, ne kadar da mutlu yalnızdım. Durum anlaşılmıştı Akşamın  son haberleri İstanbul’a çok kar yağacağını  açıklamıştı.
, İstanbul’un büyük boyutlu, maliyeti yüksek yapılarını Fransız sermayedarları ve Osmanlı ileri gelenleri için tasarlayan . İtalyan mimar Alexsande Vallauri’yüz küsur yıl sonra bahçesinde karlara ayak izlerimi düşüre düşüre yürüyüşümü, ağaçlarla kartopu oynayışımı  izlemiş midir acaba?
   Haliç’i, Boğaz’ı gören binanın dışındaki ihtişamı içeride  koca gövdeli sütunlarda, geniş ve yüksek merdivenlerde , tavanlarda da karşınıza çıkaran Duyun-u Umumiye binası.. ;Osmanlı’nın temelde  yüzyıllık borçlarının, mali işlerinin yürütüldüğü binanın,, İstanbul Erkek Lisesi’nin bahçesindeyim hala..Fesli memurlar , evraklara boğulmuş memurlar , ülkenin borçlarını ümitsizce birbirine anlatan memurlar gelip geçerken gözlerimin önünden, ben hala koşa koşa kartopu oynamaya devam ediyordum.
  Tek başıma da olsa oyuna doyduktan sonra Sultan Ahmet’e At Meydanı’na gitmeliydim.  Oradaki ağaçları, , manzarayı karlar altında düşündükçe kendimden geçiyordu..kendimi sıkmasam kahkahalar atacaktım . Cağaloğlu Anadolu Lisesi’nin önünden geçerek At Meydanı’na vardım. Ortalık da kimseler yoktu. Hafta sonu, sabahın erken saatlerinde ve İstanbul karlar altındayken mecbur olmadıktan sonra kim sokağa çıkmaya cesaret edebilirdi ki? Elimde siyah kitap çantamla Ayasofya’nın , Alman Çeşmesi’nin, Dikili Taşların önünden ,  telli duvaklı gelinlere dönmüş ağaçların kimisinin yanından kimisinin altından geçerek dolandım durdum..Bu fırsat bir daha ele geçmezdi..Sanki terk edilmiş tarihi bir şehirdeydim…Karların üzerine kendimi bırakmak istiyordum ama ağaçların da , dikili taşların  figürlerindeki insanların da gözleri olabilirdi.
Almanya’da yapılıp 1901’de yerine dikilen Alman Çeşme’si   heykeli ne  Avrupa  çeşmelerine  ne de Osmanlı meydan çeşmelerine benzemektedir.   Yüksek bir taban üzerine oturtulmuş sekizgen bir yapısı vardır..*************
  Bu ortamı hemen bırakıp gitmeye hiç ama hiç niyetim yoktu.Oturacak bir yer bulmalıydım..Kar yeniden yağmaya başlamıştı  fazla ıslanmamalıydım.Otobüsler  çalışmayabilirdi, eve yürümek zorunda kalabilirdim. Neyse ki evim rahatlıkla yürüyebileceğim bir mesafedeydi.
Açık bir yer, açık bir yer..İşte,  tramvay durağının yanında bir büfe var.Galiba açık. Sanki beni bekliyorlarmış gibi hey, ben geldim karşılayın beni dercesine gülümseyerek kapıyı açtım..Garsonların şaşkın bakışlarına aldırmadan bir masaya oturuverdim..İnin cinin top oynadığı bir zamanda bir kadın gelip masaya kuruluyor.
  Çaylardan ne var? Sıralanıyor siyah çayın yanında bitki çaylarının  adı da .Onlar servis yapıncaya kadar çantamdan kağıt ve kalemi çıkarıyorum.Yazmalıyım bu sabahı, bu İstanbul’u ve bu beni…Sevgilime uzun uzun anlatmalıyım her kar tanesinin tarihin üzerine , ağaçların üzerine nasıl  düştüğünü . Mektup yazmak için bundan daha güzel ortam ve an  olabilir mi?..karşımda şömine yok diye Mısırdan getiriliş öykülülerini haykıran Dikilitaşı, aşağıda çaprazımda kalan; klasik müzikle rengarenk  ışığın dans ettiği Yere Battan Sarnıcı’nı, Nazım’ın Gülhanedeki  Ceviz Ağacını,  Arkeoloji Müzesi’nde birbirlerine yüzyıllık öykülerini anlatan heykelleri görmemezlikten, duymamazlıktan gelmek olur mu?
Karın yarattığı hoşlukla kalem sayfalar üzerinde sanki koşuyor. Yer yer an’ımı yer yer anı’larımızı  yazıyorum . Kolum yoruldukça etrafı izliyor, kahvaltımı yapıyor, çaylarımı yudumluyorum…Vakit de   epeyce ilerledi..Etrafta yavaş yavaş insanlar özellikle de genç çiftler el ele, kol kola kahkahalarıyla , neşeli yüzeriyle görülmeye başladı..yerlerdeki  ayak izleri yalnızca  bana ait değil artık.Güneşin aralıklı  göz kırpmalarıyla , üzerinde koşan sevgililerin tabanlarıyla karlar  yer yer eziliyor, yer yer birbirine kenetleniyor. Bense elma çayımı yudumluyorum.
O günden sonra Baran Büfe’ye çok gittim.   Çocukluğumun kurutulmuş elma  çayı kokusunu  ve tadını geniş ağızlı ince belli çay bardaklarının üzerinden dans ede ede  30’lu yaşlarımın ciğerlerine taşıyan elma çayını arayıp durdum..Tıpkı Cağaloğlu yokuşunu bin bir umut ve heyecanla  matbaaya kitaplarını , bastırmak; gazeteye yazılarını  yetiştirmek için tırmanan  yazarlarımızı  arar gibi . Cumhuriyetimin aydınlık, barışçıl kalemini, Cumhuriyet’imin ‘Penceresi’nden Anadolu’ya yayılan ışığı   arayıp durdum…Bulamadım .Bulup tutamadım Eftelya’nın  karlar altından  uzanan elini…
   Eftelya  , artık bana elini uzatmıyor .O günlerde karlar altında olan İstanbul’du şimdi ise yüreğim…Ziya Osman Saba’nın   Her taşını öpüp başıma koymak istediğim şehir’diye belirttiği  ,İstanbul’a  karlar beyaz beyaz yağmıyor artık…
                           …………………………………………………
 Ahh, Konstantinopolis, ahh İstanbul !,Her dönemin ihtişamlı metropolü.…Sur içindeki İstanbul’un her  dönemini her mekanını  anlatan neredeyse bir roman var..
Serhat   Taşpınar’ın  yayına hazırladığı ;Medrese’nin Gülleri adlı roman. da bunlardan biridir ve gerçek öyküleriyle beni çok etkilemiştir. İstanbul Hükumet  Konağı’nın ve Hacı Beşir Tekkesi   Sokağı’nın sınırlarında olan Hacı Beşir Ağa Külliyesindeki yaşamları  anlatıyor bu roman. Yer yer  yüreğimi  parçalayan,yer yer  beni, gözyaşlarına boğan ,ve  yer yer göğsümde düğüm olup  benimle dolaşan yaşamlar..;  Kira bedelini ödeyemeyen insanların dramatik öyküleri .Aşk, ihtiras, milli duygulardaki içtenlik, ,  Birinci Dünya Savaşı yılları ve yokluk, kıtlık, ..karneyle ekmek almalar..Kuru ekmeği dörde bölmeler, bu paylaşımdaki bugün asla tadamayacağımız, anlayamayacağımız hazlar...Acılarla birbirine  kenetlenmeler.  hayatlardaki iniş ve çıkışlar
…Hacı Beşir Ağa Külliyesi’ndeki   anıların sahibi Nimet Erşahin’in ; yaşamında  saygı duyduğu her bir  ismi yakasında onur gülü gibi taşıdığı Medrese Gülleri..
Medrese’nin Gülleri’nde de Gülhane’nin , valiliğin gezmediğim ara sokaklarını, Sultan Ahmet Meydanı’nı geçmişin bambaşka bir  tablosuyla  bulmanın  yaşıyorum .Yeni yer , yeni yaşam keşfi… Gülhane Parkı’nda  Nazım’ın ne polisin ne de sevgilisinin  farkında olduğu  ceviz ağacını görüyor , okşuyorum.Şerham şerham olmuş koca gövdesi, yüz bin elini  sallıyor yüzyıllardır tanıdığı tanımadığı herkese..Yüz bin gözüyle okşuyor altında ılık ılık nefes alanları…Bu ceviz ağacı; analığı tarafından on üç yaşında hayat kadınlığına pazarlanan   Cemile’nin;  namusunu korumak için üzerine salyalarını akıtan düşman askerinin sırtına bıçağı saplayışına , Türk kadınının namusunu koruyuşuna da tanıklık etmiş midir? Etmiştir bence…

   Gözlerim o ceviz ağacını arıyor ama artık yok…Hüzünleniyorum..Sanki pencereden bir yıldız daha kayıyor.…

Chet Baker- I Fall in Love Too Easily

Chet Baker - You Don't Know What Love Is

Chet Baker - I get along without you very well

Chet Baker - Almost blue

9 Haziran 2011 Perşembe

İĞDE AĞACI

İĞDE AĞACI
-Offff, anneeee, of yaa, ayağıma çööür battı!
-Uyy, soyha.!.Çoh da acıtır. Niye önüe bahmadın ki?..Çek de çıhar , çek.Çekemiyosan dur , ben çekeyim...Ganarsa iyi olur, mikrobu ahar..
İğne batsa bu gadar ağrıtmaz...

İğde ağacının dikenleridir, çööür. Çöğür'ü yöresel yazmak istedim, Çünkü İstanbul Türkçesiyle ayağınıza batan çööürü size anlatamam .O acıyı o yazılışla hissedemezsiniz..Çööürü bilmeyenler, hele iğde ağacını hiç görmemiş olan çocuklarımız ne o ağacın güzelliğini ne de o dikenin yüreklerdeki sızısını tasavvur edebilirler.
Bir yazıya acı bir çığlık ve o acıyı yaratan nesneyi anlatarak başlamak garip gelebilir belki ama hayata da gelir gelmez ağlamıyor muyuz?
Anamızın o sıcak ve güvenilir rahminden, ekmek elden su gölden yaşamından koparken tüm yaşamı özet geçen ; kısa ama meşakkatli yolculuktan dünyaya çığlıklarla merhaba demiyor muyuz? .Analarımız o çığlığı, ağlamayı duyduktan sonra derin bir oh çekerek mutluluk gözyaşları döküp ardından da derin uykulara dalmıyorlar mı?

Zeytin ağacı yaprakarını andıran iğde ağacının yaprakları tüylümsüdür gerektiğinde üzerinize geçirdiğiniz bir korumalık gibi. Çiçekleri yeryüzüne inmiş yıldızlar gibidir.. Yaşamın canlı ve pastel yönlerini sunan bu minik yıldızların bazıları sapsarı iken bazıları da daha soluk bir sarıdır. Çiçeklerin, derin bir çanaktan size göz kırptığını düşünürsünüz ki bu da yaşamın keşfedilmeyi bekleyen noktalarıdır...

Yaşamın kokusunu bilir misiniz , peki? Onu ciğerlerinize yaşamınızın herhangi bir anında , çektiniz mi? Çekmediyseniz, bir bahar sabahı iğde ağaçlı yollardan, sahillerden, ya da köy sokaklarından geçin...Ağacın kendisini göremeseniz de hafif bir rüzgarla yüzünüzü,, ruhunuzu okşayan o kokuyu ciğerlerinize çeke çeke takip edin. Yüzünüze tebessümler, çizen o kokunun, yaşam kokusunun peşine düşün. Onu arayın, bulun ve onun yaşam macerasına katılın...

Arzularımızdır o koku...
Amacımızdır arayışlarımız...
Keşiflerimizdir buluşlarımız...
Acılarımızdır çöğürlerimiz…
Gülüşlerimizdir , boyun büküşlerimizdir o çiçekler…
Açlığımız ve tokluğumuzudur meyveleri
Kısa ömürlü de olsa çiçeklerinin , her bahar aynı masalla gelişi yaşamımızın değişken sürekliliğidir...
Huzuru güvenle solurken yaz -kış sırtımızı yasladığımız dağdır onun gövdesi ...
Çocukluğumun merdivenlerindeki koşuşturmalarımdır...
Dünden bugüne bağım, Anadolu'dan Avrupa'ya açılan kapımdır iğde ağacım.

Yorum Gönder


MERHABA

 DIŞARDA HAVA GÜZEL....