Sevgi görünenden , tarif edilenden çok farklı olabilir. Kökü altındaki karmaşık duygularla beslenir. Çıkış noktasını anlayamazsın, çözemezsin...Ama seversin...Bundan dolayı seni seviyorum , dersin .Sebepsiz ama seviyorum, dersin.A slında zannettiğin nedenler zannettiklerindir. Gerçek nedenlerini şanslıysan yıllar sonra anlayabilirsin kendini çözdüğünde .
Sevilsen de seversin, sevilmezsen de seversin...
Tüm korkularını, ihtiraslarını , hayallerini gizleyerek seversin...
İçinden geçenlere bakmadan/bakamadan gülümsersin onun gidişlerine; yadlara uzanışına ...Onun yüzünde sevgi ve tebessüm hayal edersin, bir ara kendine yüzünü döndüğünde gözlerin dolup boğazın düğümlenir. Kendine arkanı döndüğünde gülümsersin o mutlu; mutlu da olsun, diye...Tüm gel-gitlerden sonra kendine tekrar yüzünü çevirdiğinde gülümsersin, için huzur ve mutluluğa doğru yol alır.
Ve bilirsin ki o hep sendedir aslında.
Sevmek sahiplenmek kadar ; gerektiğinde de vazgeçmektir.
27 Haziran 2011 Pazartesi
BENİ UNUTMA
UZUN YAĞMURLARDAN SONRA
Sen yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler
Islanan yapraklar gibi yüzün ışır
Işırsa beni unutma
Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün
Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
Her şeye rağmen ellerin üşür
Üşürse beni unutma
Yeni dostlar yeni rüzgârlar gelir geçer
Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuttular
Kahredersin başın önüne düşer
Düşerse beni unutma
GÜLTEN AKIN
Sen yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler
Islanan yapraklar gibi yüzün ışır
Işırsa beni unutma
Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün
Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
Her şeye rağmen ellerin üşür
Üşürse beni unutma
Yeni dostlar yeni rüzgârlar gelir geçer
Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuttular
Kahredersin başın önüne düşer
Düşerse beni unutma
GÜLTEN AKIN
12 Haziran 2011 Pazar
KORKU
Korkularımızın üzerine gidip asla geri adım atmamaktan bahsediyor bir arkadaşım.Ve konuyla alakalı da güzel bir vidyo eklemiş...Korkunun üzerine gidiyorsunuz, gidiyorsunuz, çarpışıyorsunuz ve korku size çarpıp geçtim derken darma duman oluyor...En büyük korkunuz toz zerreciklerine , buhara dönüşüyor..
Bu gayet hoş, anlamlı..Psikyatride de böyle bir tedavi yöntemi vardır: Kişiyi korktuğu olayın içinde yaşatmak. Korktuğu olayın içinde yaşatmak,
O ana götürmek, o olayı canlandırmak,hissettirmek ve sorun yaşayan kişiden bu durumla yüzleşmesini sağlamak, kendisini alt etmek isteyen varlığa, duruma olguya karşı direnç göstermesini istemek...Bu durumda yüzleşme , kişi yaşanacaklara belli düzeyde hazırsa çok olumlu sonuçlar verir .
Bu bilimsel olarak kanıtlanmış çok değerli yöntem...Lakin insanın korkuyu fiziksel ve ruhsal olarak yaşadığı öyle anlar vardır ki , ruhu darmadağın olur bedeni sanki ortadan ikiye bölünür. Bu anda zihninde bu bölünmeyi ve dağılmayı toparlayabilmek için , kendini ayakta tutabilmek, yaşamını idame ettirebilmek , için korkusunu bastırma sorununu yok sayma yoluna başvurur bilinç altında...Bu o kadar güçlü bir bastırmadır ki yıllarca, yıllarca neyi bastırdığının farkına bile varamayabilir.O korku içten içe onu şekillendirir, yönlendirir, yönetir.Kişi anlam veremediği, onaylamadığı ya da kontrol edemediği bazı davranışalarda bulunabilir.
Ne zamanki artık yeter! diye isyan etmeye; bu saçmalıkların nedenini araştırmaya başalr işte o zaman uzun bir süreç sonra davranışalrının kökeninde yatanın o korku anı ve o korku olduğunu anlar. Bu beklemediği anda beklemdiği bir olayla karşılaşan kişinin anında duruma sırtını dönmesi, sonra tekrar hızla dıuruma göz atması gibi bir şeydir.
Korku artık su yüzüne sızmaya başlamıştır.Kişi isterse bu andan itibaren küçük adımlarla da olsa korkusunun üstüne üstüne gidebilir.Uzun vadede uzun yollar alabilir ve öyle bir an gelir ki tüm gücünü toplayarak korkuyu itip fırlatabilir ya da o korku tünelinden geçip gidebilir. İster ardına bakarak, ister bakmayarak...
Önemli olan o korku tünelinden geçmek, kendisini paramparça eden korkusunu paramparça etmek değil mi?
Bu gayet hoş, anlamlı..Psikyatride de böyle bir tedavi yöntemi vardır: Kişiyi korktuğu olayın içinde yaşatmak. Korktuğu olayın içinde yaşatmak,
O ana götürmek, o olayı canlandırmak,hissettirmek ve sorun yaşayan kişiden bu durumla yüzleşmesini sağlamak, kendisini alt etmek isteyen varlığa, duruma olguya karşı direnç göstermesini istemek...Bu durumda yüzleşme , kişi yaşanacaklara belli düzeyde hazırsa çok olumlu sonuçlar verir .
Bu bilimsel olarak kanıtlanmış çok değerli yöntem...Lakin insanın korkuyu fiziksel ve ruhsal olarak yaşadığı öyle anlar vardır ki , ruhu darmadağın olur bedeni sanki ortadan ikiye bölünür. Bu anda zihninde bu bölünmeyi ve dağılmayı toparlayabilmek için , kendini ayakta tutabilmek, yaşamını idame ettirebilmek , için korkusunu bastırma sorununu yok sayma yoluna başvurur bilinç altında...Bu o kadar güçlü bir bastırmadır ki yıllarca, yıllarca neyi bastırdığının farkına bile varamayabilir.O korku içten içe onu şekillendirir, yönlendirir, yönetir.Kişi anlam veremediği, onaylamadığı ya da kontrol edemediği bazı davranışalarda bulunabilir.
Ne zamanki artık yeter! diye isyan etmeye; bu saçmalıkların nedenini araştırmaya başalr işte o zaman uzun bir süreç sonra davranışalrının kökeninde yatanın o korku anı ve o korku olduğunu anlar. Bu beklemediği anda beklemdiği bir olayla karşılaşan kişinin anında duruma sırtını dönmesi, sonra tekrar hızla dıuruma göz atması gibi bir şeydir.
Korku artık su yüzüne sızmaya başlamıştır.Kişi isterse bu andan itibaren küçük adımlarla da olsa korkusunun üstüne üstüne gidebilir.Uzun vadede uzun yollar alabilir ve öyle bir an gelir ki tüm gücünü toplayarak korkuyu itip fırlatabilir ya da o korku tünelinden geçip gidebilir. İster ardına bakarak, ister bakmayarak...
Önemli olan o korku tünelinden geçmek, kendisini paramparça eden korkusunu paramparça etmek değil mi?
10 Haziran 2011 Cuma
KARLAR ALTINDAN UZANIRDI EFTELYA'NIN ELİ
KARLAR ALTINDAN UZANIR EFTELYA’NIN ELİ
Uzak bir tarih değil ama yılını anımsayamıyorum..Oldum olası televizyonla aram yoktur .Geç saatlerde verilen flaş haberi de izlemeden dinlemeden yatmışım.
Sabahın tatlı uykusunu yorganımla birlikte üzerimden savururken soğuğu, açılan yorganımdan içeriye istemeye istemeye davet ettim.Hızla giyinip çizmelerimin altında gırç gırç sesleri çıkaran karları çocukluğumun coşkularıyla gözlerimle seve seve,; bir gülü koklar gibi buz gibi havayı ciğerlerime çekerken hızlı adımlarla otobüs durağına gidip hemen Koca Mustafa Paşa- Beyazıt otobüslerine bindim…Kocamustafa Paşa . Ermeni ailelerin,, ve kiliselerinin ve okullarının bulunduğu hakiki Arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş caddelere daracık sokaklara, küçücük ve 2-3 katlı binalara sahiptir. ,Tek tük de olsa öğrenci evlerinin banyolarında rastlanan mermer kurnalarıyla İstanbul’un eski yerleşim yerlerinden biridir..Yeşilçam sinemaları kadar meşhur ve köklü olmasa da İstanbul’un eski sinemalarından ve tiyatrolarından biri de bu semtte nice kuşaklara nice seyirler sunmuştur..Bugün sinema salonunun yerinde yeller esmekle birlikte Çevre Tiyatrosu (Orhan Kemal’in , Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği ‘Murtaza’sını da ilk kez Semaver Kumpanya’nın başarılı oyuncularından Tansu Biçer’in yorumuyla burada izlemiş; izlerken bir yandan gülmüş bir yandan derin düşüncelere dalmış, öfkelenmiş sonunda da ağlamıştım.) kaliteli soran sorgulayan , düşünen düşündüren, güldüren ağlatan nice oyunlara ev sahipliği yapmaktadır.
Volkan Konak’ın ‘Vay, seni Cerrah Paşa İçmem suyundan içmem / İçmem suyundan içmem oy / Bi dahaki seneye yolcu da gelu geçmem’ diye ezgilerle haykırmasının aksine ben sevgiyle hayranlıkla izleyerek Cerrah Paşa’nın önünden geçtim. Trafik olmamasına rağmen otobüs ağır ilerliyordu ama durumdan hiç de şikayetçi değildim.Evden zamanında çıkmıştım ve uzun yıllardan sonra İstanbul böyle kar görüyordu..Beyazıt Meydanı’nda indikten sonra Çemberlitaş’tan kıvrılarak ağır adımlarla Nuri Osmaniye Caddesindeki koca çınarların altından çoşkuyla geçiyordum..Keyfimi ne bozabilirdi ki?..Hafta sonuydu ve ben çok , sevdiğim işime gidiyordum..Özlediğim arkadaşlarımı, öğrencilerimi görecektim.Yerler de bembeyazdı…Karlara Hansel ile Gretel’in yollara döktükleri ekmekten imler gibi adımlarımı kara bıraka bıraka tarihi İstanbul Erkek Lisesi’nin koca gövdeli, kapısını tüm gücümle ittim. Kapı daima açık olurdu.Bu işte bir tuhaflık vardı. . . Aman yarabbim! Koca bahçe ışıl ışıl, bembeyaz bir örtüyle bezenmişti. Güneşin şavkıyla yer yer gözlerim kamaşıyordu. Bahçede hiçbir ayak izi yok. Okula giriş kapısı da kapalı. Tuhaflığı anlamaya çalışırken bir yandan da doğanın bu mucizesiyle vuslatımı pekiştirmek için bahçedeki ağaçların altında dolaşıyorum. Nasıl olsa daha derse vakit var. Başıma güneşten gevşeyen birkaç topak kar düşüyor. Bense tıpkı filmlerdeki gibi başımı göğe çevirerek kollarım açık kendi etrafımda dönerken gülümsüyor, etrafıma bakıyor, dökülebilecek karları yakalamak için ellerimi açıyorum.
Yukardan umudum yok ama yerden avuçladığım karlarla ellerimi ısıtıyorum. Çocukluğumda köyde dizlerimize kadar yağmış karların içinde hemen her gün bata çıka yürüyerek okulumuza gitmeye çalışırken şimdi kaç yıl aradan sonra İstanbul’a yağan kara mucizevi bir mutluluk olarak sarılıyor ,üşüyen bedenimi avuçladığım karlarla ısıtıyorum.
İstanbul Erkek Lisesi’nin eğitimdeki başarısını hepiniz bilirsiniz de neden amblemin renklerinin sarı ve siyah olduğunu bilir misiniz bilmiyorum? Anadolu’mun özgürlük mücadelesinin, nefsi müdafaasının dramatik öyküsü yatar bu renklerde.
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) yıllarında, İstanbul Erkek Lisesi günümüzde Saint Benoit Fransız Lisesi olarak kullanılan Karaköy Kemeraltı Caddesi'ndeki binada eğitim vermiştir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul Erkek Lisesi’nin bir bölümü hastaneye çevrilir. Hastaneye çevrilirken de okul sarıya boyanır.İstanbul Erkek Liseli elli son sınıf öğrencisi gönüllü olarak savaşa katılmak ister ve birliğe katılarak Çanakkale Savaşı'nda (1914 , saat: 3.30, Kaba Tepe) hayatlarını kaybederler.
Büyüklerinin ölüm haberini alan İstanbul Erkek Lisesi öğrencileri sarı olan okul binasının kapı ve pencerelerini siyaha boyar. Bugünden sonra hayatlarını kaybeden öğrenciler anısına okul renkleri sarı-siyah olarak kabul edilir.
Yani, sarı ve siyah harmanı; hayatın, gençliğin ve ölümün harmanıdır
Koca taş binanın bahçesinde yapayalnızdım, ne kadar da mutlu yalnızdım. Durum anlaşılmıştı Akşamın son haberleri İstanbul’a çok kar yağacağını açıklamıştı.
, İstanbul’un büyük boyutlu, maliyeti yüksek yapılarını Fransız sermayedarları ve Osmanlı ileri gelenleri için tasarlayan . İtalyan mimar Alexsande Vallauri’yüz küsur yıl sonra bahçesinde karlara ayak izlerimi düşüre düşüre yürüyüşümü, ağaçlarla kartopu oynayışımı izlemiş midir acaba?
Haliç’i, Boğaz’ı gören binanın dışındaki ihtişamı içeride koca gövdeli sütunlarda, geniş ve yüksek merdivenlerde , tavanlarda da karşınıza çıkaran Duyun-u Umumiye binası.. ;Osmanlı’nın temelde yüzyıllık borçlarının, mali işlerinin yürütüldüğü binanın,, İstanbul Erkek Lisesi’nin bahçesindeyim hala..Fesli memurlar , evraklara boğulmuş memurlar , ülkenin borçlarını ümitsizce birbirine anlatan memurlar gelip geçerken gözlerimin önünden, ben hala koşa koşa kartopu oynamaya devam ediyordum.
Tek başıma da olsa oyuna doyduktan sonra Sultan Ahmet’e At Meydanı’na gitmeliydim. Oradaki ağaçları, , manzarayı karlar altında düşündükçe kendimden geçiyordu..kendimi sıkmasam kahkahalar atacaktım . Cağaloğlu Anadolu Lisesi’nin önünden geçerek At Meydanı’na vardım. Ortalık da kimseler yoktu. Hafta sonu, sabahın erken saatlerinde ve İstanbul karlar altındayken mecbur olmadıktan sonra kim sokağa çıkmaya cesaret edebilirdi ki? Elimde siyah kitap çantamla Ayasofya’nın , Alman Çeşmesi’nin, Dikili Taşların önünden , telli duvaklı gelinlere dönmüş ağaçların kimisinin yanından kimisinin altından geçerek dolandım durdum..Bu fırsat bir daha ele geçmezdi..Sanki terk edilmiş tarihi bir şehirdeydim…Karların üzerine kendimi bırakmak istiyordum ama ağaçların da , dikili taşların figürlerindeki insanların da gözleri olabilirdi.
Almanya’da yapılıp 1901’de yerine dikilen Alman Çeşme’si heykeli ne Avrupa çeşmelerine ne de Osmanlı meydan çeşmelerine benzemektedir. Yüksek bir taban üzerine oturtulmuş sekizgen bir yapısı vardır..*************
Bu ortamı hemen bırakıp gitmeye hiç ama hiç niyetim yoktu.Oturacak bir yer bulmalıydım..Kar yeniden yağmaya başlamıştı fazla ıslanmamalıydım.Otobüsler çalışmayabilirdi, eve yürümek zorunda kalabilirdim. Neyse ki evim rahatlıkla yürüyebileceğim bir mesafedeydi.
Açık bir yer, açık bir yer..İşte, tramvay durağının yanında bir büfe var.Galiba açık. Sanki beni bekliyorlarmış gibi hey, ben geldim karşılayın beni dercesine gülümseyerek kapıyı açtım..Garsonların şaşkın bakışlarına aldırmadan bir masaya oturuverdim..İnin cinin top oynadığı bir zamanda bir kadın gelip masaya kuruluyor.
Çaylardan ne var? Sıralanıyor siyah çayın yanında bitki çaylarının adı da .Onlar servis yapıncaya kadar çantamdan kağıt ve kalemi çıkarıyorum.Yazmalıyım bu sabahı, bu İstanbul’u ve bu beni…Sevgilime uzun uzun anlatmalıyım her kar tanesinin tarihin üzerine , ağaçların üzerine nasıl düştüğünü . Mektup yazmak için bundan daha güzel ortam ve an olabilir mi?..karşımda şömine yok diye Mısırdan getiriliş öykülülerini haykıran Dikilitaşı, aşağıda çaprazımda kalan; klasik müzikle rengarenk ışığın dans ettiği Yere Battan Sarnıcı’nı, Nazım’ın Gülhanedeki Ceviz Ağacını, Arkeoloji Müzesi’nde birbirlerine yüzyıllık öykülerini anlatan heykelleri görmemezlikten, duymamazlıktan gelmek olur mu?
Karın yarattığı hoşlukla kalem sayfalar üzerinde sanki koşuyor. Yer yer an’ımı yer yer anı’larımızı yazıyorum . Kolum yoruldukça etrafı izliyor, kahvaltımı yapıyor, çaylarımı yudumluyorum…Vakit de epeyce ilerledi..Etrafta yavaş yavaş insanlar özellikle de genç çiftler el ele, kol kola kahkahalarıyla , neşeli yüzeriyle görülmeye başladı..yerlerdeki ayak izleri yalnızca bana ait değil artık.Güneşin aralıklı göz kırpmalarıyla , üzerinde koşan sevgililerin tabanlarıyla karlar yer yer eziliyor, yer yer birbirine kenetleniyor. Bense elma çayımı yudumluyorum.
O günden sonra Baran Büfe’ye çok gittim. Çocukluğumun kurutulmuş elma çayı kokusunu ve tadını geniş ağızlı ince belli çay bardaklarının üzerinden dans ede ede 30’lu yaşlarımın ciğerlerine taşıyan elma çayını arayıp durdum..Tıpkı Cağaloğlu yokuşunu bin bir umut ve heyecanla matbaaya kitaplarını , bastırmak; gazeteye yazılarını yetiştirmek için tırmanan yazarlarımızı arar gibi . Cumhuriyetimin aydınlık, barışçıl kalemini, Cumhuriyet’imin ‘Penceresi’nden Anadolu’ya yayılan ışığı arayıp durdum…Bulamadım .Bulup tutamadım Eftelya’nın karlar altından uzanan elini…
Eftelya , artık bana elini uzatmıyor .O günlerde karlar altında olan İstanbul’du şimdi ise yüreğim…Ziya Osman Saba’nın Her taşını öpüp başıma koymak istediğim şehir’diye belirttiği ,İstanbul’a karlar beyaz beyaz yağmıyor artık…
…………………………………………………
…
Ahh, Konstantinopolis, ahh İstanbul !,Her dönemin ihtişamlı metropolü.…Sur içindeki İstanbul’un her dönemini her mekanını anlatan neredeyse bir roman var..
Serhat Taşpınar’ın yayına hazırladığı ;Medrese’nin Gülleri adlı roman. da bunlardan biridir ve gerçek öyküleriyle beni çok etkilemiştir. İstanbul Hükumet Konağı’nın ve Hacı Beşir Tekkesi Sokağı’nın sınırlarında olan Hacı Beşir Ağa Külliyesindeki yaşamları anlatıyor bu roman. Yer yer yüreğimi parçalayan,yer yer beni, gözyaşlarına boğan ,ve yer yer göğsümde düğüm olup benimle dolaşan yaşamlar..; Kira bedelini ödeyemeyen insanların dramatik öyküleri .Aşk, ihtiras, milli duygulardaki içtenlik, , Birinci Dünya Savaşı yılları ve yokluk, kıtlık, ..karneyle ekmek almalar..Kuru ekmeği dörde bölmeler, bu paylaşımdaki bugün asla tadamayacağımız, anlayamayacağımız hazlar...Acılarla birbirine kenetlenmeler. hayatlardaki iniş ve çıkışlar
…Hacı Beşir Ağa Külliyesi’ndeki anıların sahibi Nimet Erşahin’in ; yaşamında saygı duyduğu her bir ismi yakasında onur gülü gibi taşıdığı Medrese Gülleri..
Medrese’nin Gülleri’nde de Gülhane’nin , valiliğin gezmediğim ara sokaklarını, Sultan Ahmet Meydanı’nı geçmişin bambaşka bir tablosuyla bulmanın yaşıyorum .Yeni yer , yeni yaşam keşfi… Gülhane Parkı’nda Nazım’ın ne polisin ne de sevgilisinin farkında olduğu ceviz ağacını görüyor , okşuyorum.Şerham şerham olmuş koca gövdesi, yüz bin elini sallıyor yüzyıllardır tanıdığı tanımadığı herkese..Yüz bin gözüyle okşuyor altında ılık ılık nefes alanları…Bu ceviz ağacı; analığı tarafından on üç yaşında hayat kadınlığına pazarlanan Cemile’nin; namusunu korumak için üzerine salyalarını akıtan düşman askerinin sırtına bıçağı saplayışına , Türk kadınının namusunu koruyuşuna da tanıklık etmiş midir? Etmiştir bence…
Gözlerim o ceviz ağacını arıyor ama artık yok…Hüzünleniyorum..Sanki pencereden bir yıldız daha kayıyor.…
9 Haziran 2011 Perşembe
İĞDE AĞACI
-Offff, anneeee, of yaa, ayağıma çööür battı!
-Uyy, soyha.!.Çoh da acıtır. Niye önüe bahmadın ki?..Çek de çıhar , çek.Çekemiyosan dur , ben çekeyim...Ganarsa iyi olur, mikrobu ahar..
İğne batsa bu gadar ağrıtmaz...
İğde ağacının dikenleridir, çööür. Çöğür'ü yöresel yazmak istedim, Çünkü İstanbul Türkçesiyle ayağınıza batan çööürü size anlatamam .O acıyı o yazılışla hissedemezsiniz..Çööürü bilmeyenler, hele iğde ağacını hiç görmemiş olan çocuklarımız ne o ağacın güzelliğini ne de o dikenin yüreklerdeki sızısını tasavvur edebilirler.
Bir yazıya acı bir çığlık ve o acıyı yaratan nesneyi anlatarak başlamak garip gelebilir belki ama hayata da gelir gelmez ağlamıyor muyuz?
Anamızın o sıcak ve güvenilir rahminden, ekmek elden su gölden yaşamından koparken tüm yaşamı özet geçen ; kısa ama meşakkatli yolculuktan dünyaya çığlıklarla merhaba demiyor muyuz? .Analarımız o çığlığı, ağlamayı duyduktan sonra derin bir oh çekerek mutluluk gözyaşları döküp ardından da derin uykulara dalmıyorlar mı?
Zeytin ağacı yaprakarını andıran iğde ağacının yaprakları tüylümsüdür gerektiğinde üzerinize geçirdiğiniz bir korumalık gibi. Çiçekleri yeryüzüne inmiş yıldızlar gibidir.. Yaşamın canlı ve pastel yönlerini sunan bu minik yıldızların bazıları sapsarı iken bazıları da daha soluk bir sarıdır. Çiçeklerin, derin bir çanaktan size göz kırptığını düşünürsünüz ki bu da yaşamın keşfedilmeyi bekleyen noktalarıdır...
Yaşamın kokusunu bilir misiniz , peki? Onu ciğerlerinize yaşamınızın herhangi bir anında , çektiniz mi? Çekmediyseniz, bir bahar sabahı iğde ağaçlı yollardan, sahillerden, ya da köy sokaklarından geçin...Ağacın kendisini göremeseniz de hafif bir rüzgarla yüzünüzü,, ruhunuzu okşayan o kokuyu ciğerlerinize çeke çeke takip edin. Yüzünüze tebessümler, çizen o kokunun, yaşam kokusunun peşine düşün. Onu arayın, bulun ve onun yaşam macerasına katılın...
Arzularımızdır o koku...
Amacımızdır arayışlarımız...
Keşiflerimizdir buluşlarımız...
Acılarımızdır çöğürlerimiz…
Gülüşlerimizdir , boyun büküşlerimizdir o çiçekler…
Açlığımız ve tokluğumuzudur meyveleri
Kısa ömürlü de olsa çiçeklerinin , her bahar aynı masalla gelişi yaşamımızın değişken sürekliliğidir...
Huzuru güvenle solurken yaz -kış sırtımızı yasladığımız dağdır onun gövdesi ...
Çocukluğumun merdivenlerindeki koşuşturmalarımdır...
Dünden bugüne bağım, Anadolu'dan Avrupa'ya açılan kapımdır iğde ağacım.
![](http://www.blogger.com/img/icon_delete13.gif)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)